top of page

KURAMSAL METİN/CONCEPTUAL TEXT

Ne Zaman Çekildi Bu Sınırlar?[1]

 

Dilek Karaaziz Şener                                                                                                            dsener@hacettepe.edu.tr

(Rh+ Sanat Dergisi Mart, 2015 sayısında yayınlanacaktır.)

 

Yirminci yüzyıl dünya toplumlarının belleğine savaşla ve savaşa dair görüntülerle, soykırımlarla, şiddetle kazınarak iz bırakmış bir dönemdir. Sessiz şehirleri marşlarla delip geçen ordulara karşılık insanların belleklerine acı dolu görüntüler örülmüştür. Bazen patlayan bombaların görüntüleri bazen de işgale hazırlık niteliğinde gökyüzünde salınıp duran paraşüt gölgelerindeki çocukluk anıları… Bütün çocukluğumuzu yıkıp geçen şehri bombalayan uçakların gürültülerindeki karartma geceleri… İçinde bulunduğumuz yeni binyıl ise geçen yüzyıldan aktarılanların açtığı yolları kendi içinde daha da yönlere ayırmakta, çetrefilleşip içinden çıkılamaz bir duruma doğru sürüklemektedir. Şiddet, acı ve ölüm son hızla coğrafyaların “kaderi”ni belirliyor. Coğrafya, gücün yansıtılmasına maruz kalır. Savaşı yaşayanların görüntüleri ulaştıkça -coğrafyalardan/sınırötesinden-, yaşamayanların ve fakat bilenlerin gözlerine, sözün bittiği yerde çakılı kalıp anlamsızlaşıyor her şey…

 

Yaşadığımız çağın medya denilen değişken/tüketen imaj oburu, acıları “seyirlik” hale getirdi. Sınırların ötesine geçmek bu kadar kolayken, sınır için çekilen silahların, kuşanılan bombaların, gizlenen mayınların ördüğü acı bulutlarını görünür kılıyor. Ölüm karşısında duyulan ıstırabı karşılayan kelime ise: Şiddet!

 

Acıyı, şiddeti kimse hatırlamak istemez. Buna karşılık kamusal alandaki “anıt-heykel” dayatmasında, hatırlamamak eylemini ters köşeye yatıran “belleği canlı kılmak” ediminin yer alması paradokstur. Kamusal alana çizilen sınırdır heykeller, diğer bir deyişle de savaşın dehşetinin “anı/anmak” kavramları adı altında sanat eserine dönüşmesi. Unutmak istemek ve de hatırlamak; hatırlamakla birlikte unutmak… Bir bakıma “hatırlamak unutmaktır”, “unutmak ise hatırlamaktır” gel-git’leri arasına sıkışan “modern insan” kendini tanımaktadır. Yüzlerce yalnızlıktan ibaret meydanlardaki kalabalık, zamanın başında uğuldayıp duran müphem bir dünya ağrısı değil de, nedir?

 

Tuhaf bir kısır döngü içindeyken Goya’nın Savaşın Felaketleri serisindeki resim yazıları geliyor akla: Buna bakılmaz! Şimdi soru işaretini soru cümlesi ile buluşturalım: evinizin salonunda renkli cam fanusun dayattığı, bilinçli seçtiği, kurgulayıp sunduğu başka bir dünyanın algı sınırlarında seyir halindeyken, sizden kilometrelerce uzaktaki savaşın dehşetine kaç dakika bakabilirsiniz? Goya’nın yazıları bilinçaltınızda devreye girerek, hemen size “bu kötüdür”, “bu daha kötüdür” veya “bu daha da kötüdür” diyerek, beyninizin düşünce damarlarından tıpkı bir kurşun gibi teninizi sıyırtarak vınlayıp geçer. İşte o an, yine Goya düşer akla ve “Barbarlar!” diye haykırırken bulursunuz kendinizi…

 

Savaşı ve zamanını böylesine yoğun yaşamak ve sonrasında enformasyonun kamusal alanı ele geçirmesiyle birlikte “hatırlama” denilen bellek oluşumuna karışmak, günümüz insanının kaçınılmazı… Bunun nedeni ise geçen yüzyılda iki büyük dünya savaşının yaşanması ve insanların daha doğrusu hayatta kalabilenlerin ölenlerin gölgesinde savaş alanının ve zamanının çok daha geniş bir alana yayıldığı gerçeğiyle yüzleşmesinden başka bir şey değildir. Böylesi bir kesişme zamanına ise anladığımız bir dilden konuşarak katkı koyuyoruz.  “Dünyayı sanat kurtaracak” söylemi odaklı bir hareket alanı yaratıyoruz.  Savaşın sınırlarına, sanatın sınırsızlığıyla direniyoruz.

 

21. yüzyılda “medeni” yaşadığımızı düşünüyor musunuz? Savaşın ve şiddetin hep var olduğu sistemde “mutluluğun” tarifinin medeniyet denilen “huzurlu insan” görüntüsünde ortalarda dolanması apaçık simülasyondur. Dünyanın sistem yörüngesinin çivisi çıkmıştır. İnsanoğlu “umut” için değil, “vahşi” kalmak için ayak diremektedir. Yaşanılan coğrafya, başkalarının almak istediği coğrafyaya dönüştüğü sürece de, vahşetin içselleştirildiği genetik, insanlara kodlanarak, geleceğe taşınmaya devam edecektir. Savaş bir “medeniyet” midir? Haklı ya da haksız var olduğu gerçeğini koşulsuz kabul etmek duygusal sarsıntının kapısını çalmakla eş anlamlı… Bir kere Çam Ağaçları’nın etrafına örülmüştür dikenli teller… Kimin, ne için böylesi bir sınırı çizdiğinden öte “zamanını” sorgulamakla belki de aşılacak “Barış”ın önündeki duvar barikatlar…

 

Dünyanın neresine bakarsanız bakın, neresinde olursanız olun, mutlaka sınırlarınızın ötesinde karşınıza “vahşet” mimarisinin izleri çıkıyor. Guernica, Varşova, Hiroşima, Mostar ve Kobani ve de daha fazlası… Bombalarla yerle bir olan kentler, kasabalar, toplama kamplarına kapatılan ve bugün adı bile geçmeyen, bilinmeyen insanların geleceklerinin elinden alındığı mekanlar nasıl oluyor da görünmezleşiyor?! Yoksa kamusal alanda yaratılan “Zafer Heykelleri”nin gölgesi mi düşmüştür üstlerine? Ne zaman bir savaş sonrası şehir meydanının tam kalbine yerleşen anıtlara baksam, zaman delip geçer aklımı ve yüreğimi… Çekilir etraftaki kalabalık, alınır zaman meydandan ve sürüklenir beden usla birlikte savaş meydanına… Neden bazı figürler yüceltilerek var edilirken bazı “figür/ler”de silinir savaş sonrası ülkelerin “savaş halet-i ruhiye”si sayılan meydanlarından? Yoksa savaşı hatırlatmak esasında “unutturmakla” eş anlamlı mı? Savaşı “diriltmek” demek “öteki”nin hesaplı, bilinçli imhası ile mi denk düşüyor?

 

Akla dolanan tüm düşünceleri

tek bir soruya yükledik:

“Bir Savaş Nasıl Hatırlanmalıdır?”

 

Toby Clark’ın Savaş ve Propaganda, kitabı “Savaşı Hatırlamak: Savaş Anıtları ve Karşı-Anıtlar” bölümünde söz “Bir Savaş Nasıl Hatırlanmalıdır?” sorusuyla başlar[2]. Sorular devam eder:

 

“-Savaş anıtları sadece ölenlerin anısına mı yoksa onların uğruna öldükleri değerlere mi adanmalıdır?

-Kimlerin ölenleri anmak için semboller üretme hakkı vardır; bu sadece bireylere tanınan bir hak mıdır yoksa ulusal anma ve uzlaşma günlerini düzenlemek devletin yükümlülüğü müdür?”

 

Tüm bu sorular, matemin kişisel ifade biçimleri ile tarihin kamusal sunumu arasında çeşitli gerilimlere neden olmuştur.  Apaçık: Sorular, savaş sonrası süreçte toplumsal psikolojinin devlet eline kilitlendiğini gösterir. Böylece matemin ve kahramanlığın kişisel ifade biçimleri ile tarihin kamusal sunumu arasında uçurumlarla birlikte gerilimli bir atmosfer oluşur.

 

Hüseyin Arıcı, Mustafa Akkaya, Deniz Aktaş, Alper Aydın, Mehmet Aydoğdu, Ozan Bilginer, Buğra Ceylan, Hatice Çöklü, Rukiye Epli Dede, Serkan Demir, Erdal Duman, Uygar Erdim, Genco Gülan, Onur Gülfidan, Nurtane Karagil, Ekin Kılıç, Ecem Dilan Köse, Ali Kotan, Emre Okçuer, Aykut Öz, Ali Şentürk, Arda Yalkın ve Umay Yılmaz, HUB Art Space by Cer Modern’de 12 Mart-5 Nisan tarihleri arasında, savaşın sınırlarına güncel sanatın sınırsızlığıyla karşı duruyorlar. Yıkıma, acıya, savaşa, şiddete sanatla karşılık veriyorlar. 

 

Söz yine başlangıç cümlemize geldi. Şu bir gerçek ki, geçen yüzyıl iki büyük dünya savaşını ve bunlarla birlikte soğuk savaş ve aynı zamanda iç savaşların, dış müdahalelerle yaşanan bölgesel savaşların atmosferinde bir dünya manzarasına insanlık şahit olmuştur. Savaşın verdiği yıkımlar, acılar, toplumsal incinmeler 20. yüzyılın 21. yüzyıla aktardığı gerçeklikler olmakla birlikte, savaş, hala daha coğrafyaların ve ülkelerin üzerinde tehdit bulutları yığmaya devam ediyor. Hal böyleyken 23 sanatçı bir araya gelip,  “Bir Savaş Nasıl Hatırlanmalıdır?” sorusunu soruyorlar. Ortaya çıkan işler farklı bakış açılarını interdisipliner bir atmosfere taşıyor. Kullanılan malzeme ve malzemeye yansıyan tema ne kadar farklı olursa olsun tümü tek bir potada toplanıyor: Savaş!

 

Savaşın anılarını “Bir Savaş Nasıl Hatırlanmalıdır?” sorusu aydınlatacak mı? Yeniden acının büyüklüğünü duyumsatacak mı? Yoksa işlerin karşısında duran her insanoğlu, insanlığın yağmalanmış geçmişine ve de bugününe baktığında “yok ettiği zamanlara” karşılık gururlu bir bakışla mı duracak? Belki bir asker şarkısından küçük bir dize akla düşecek ve hemen sonrasında şiddeti kendi eliyle içselleştirip genetiğine kodlayan insanoğlunun “Barış” için yüreği tutuşacak! Barışa söz gelince Ingeborg Bachmann düşer aklıma, şöyle der yazar Malina kitabı için: “Gerek bu kitapta, gerekse sonraki kitaplarda savaş üzerine bir şeyler yazmak istemiyordum. Çünkü bunu yapmak çok basit, benim için aşırı basit olan bir şey. Savaş üzerine herkes bir şeyler yazabilir ve savaş her zaman korkunçtur. Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır… Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar…” [3]. İşte bu bakımdan yeni sorular üretme zamanıdır: Savaşlar, sanatçıların eserlerini, tavırlarını nasıl etkiliyor? Ülkelerinde sıcak savaşı yaşayan sanatçılar ve birçoğunun da başka coğrafyalarda “özgürlük” aradığı zorunlu göçteki üretimleri, yaşadıklarının ne kadarını, nasıl yansıtıyor? Küreselleşme, sanatçıları etkiliyor mu?

 

Savaşlar her geçen gün dünyayı biraz daha iğrençleştiriyorken, bir grup sanatçının gözünden yansıyan “savaş” soruları nasıl olacak da “barış” adına cevaplanacak?!

 

Savaş sosyal bir sorun ve sorunların ulaştığı sonuçları, yaşanan savaşlardan bağımsız değerlendirmek doğru değil.  Bu nedenle “savaş ve sanat” ayrıksı iki uçta durmasına rağmen, insanlık tarihinin topyekûn kültürel değer odaklanması, bize, sanatçının duyarlılığını tepki yaratan kavrama çevirdiğini gösteriyor. İnsan ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengin değil midir?

 

“Bir savaş nasıl hatırlanmalıdır?” sorusu yeni bir soruya karşılıktır: “Nasıl savaş karşıtı olunur?”

Ancak ve ancak materyalizme, tüketim toplumuna, kapitalizme karşıt, duyarlılık kazandığında insanoğlu zenginleşecektir.

Peki, ya bugüne kadar “kaybedilenler”, “yitirilenler” ve de “yok edilenler” için söyleyecek bir sözümüz var mıdır?

 

Evet!

 

Belki de SAVAŞ/LAR HATIRLANMAMALIDIR!

 

 

 

[1] Yazının başlığı, Ingeborg Bachmann’ın Büyük Ayı’ya Çağrı kitabının Sınır-Bir Ülke, Bir Nehir ve Göller Üzerine adlı şiirinden esinlenilmiştir. 

 

 

[2] T. Clark, Sanat ve Propaganda-Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, (Çev. Esin Hoşsucu), İstanbul 2004, s. 159-166.

 

[3] I. Bachmann, Malina, (Çev: Ahmet Cemal), s. 9’da çevirmenin kitaba yazdığı Önsöz’den… Bachmann sözlerinin tarihi parantez içinde 22 Mart 1971 olarak belirtilmiş.

bottom of page